28.9.15

Dizi : The Affair

The Affair
(2014--  )



Merhabalar,
Dram dizilerini genelde seviyorum, The Affair'i izlerken biraz sıkılıp, bunalsamda incelemesini yapmak istedim.
İkinci sezonu 11 Ekim'de yayınlanmaya başlayacak olan The Affair'in ilk sezonu 10 bölümden oluşuyor.
Diziyi sevip sevmediğimi gerçekten karar veremedim. Bunun sebebi dizinin bence fazla kasvetli oluşu. Diziye şöyle bir bakacak olursak:

Solloway Ailesi
Noah Solloway (Dominic West) evli ve 4 çocuklu bir babadır. Yaz tatilinde ailecek Montauk kasabasına ünlü ve zengin bir yazar olan kayınpederinin evlerine giderler. Noah da yazardır ve ikinci kitabına yoğunlaşmak için bu yazı iyi değerlendirmek ister. Ancak çok da sakin bir yaz geçirmez. Noah, ailesiyle beraber gittikleri bir restaurantta garsonluk yapan Alison (Ruth Wilson) ile tanışır. Daha sonra kasabada bir şekilde karşılaşırlar sonrasında Noah ile Alison'nun ilişkileri başlar. Alison'la yaşadığı bu ilişki Noah'ın kitabına konu olacaktır.
Peki bu diziyi sıradan bir aldatma kategorisinden ayıran ne? Olayların farklı bakış açısından izleyiciye sunulması. Ortalama 55 dakikalık bölümün yarısına kadar Noah'ın diğer yarısına kadar da Alison'nın bakış açısına göre olaylar anlatılmakta. Neden böyle? Çünkü ortada gizemli bir cinayet var ve bir dedektif Noah ve Alison ile sorgulama yapmaktadır.

Ruth Wilson (Alison)
Açıkçası ilk 4-5 bölüm bana fazlasıyla kasvetli ve sıkıcı geldi. Çünkü bir şekilde Noah ve Alison'nun birbirlerine olan bağlılıklarını kabul edemedim. Aralarında çok güçlü bir diyalogdan ziyade, göze sokulan cinsel ilişkinin varlığıydı bana göre.
İzlemeye devam etme sebeplerimden birisi dizide başarılı bir gizemli havanın yaratılması. Ortada bir cinayet var, kime ait olduğunu bilmiyoruz, kimin yaptığını öğrenmeye çalışıyoruz. Tabi iki perspektifden gördüğümüz için hiçbir karaktere tam anlamıyla bağlanamıyoruz. Bütün bunlar olurken de Noah ile Alison gerçekten birlikte olacak mı, evlilikleri bitecek mi diye sorguluyoruz. Anlayacağınız, bir şekilde ne olacağını merak ettirip, izlemeye devam ettiriyor. Yani, sizlere mutlaka izleyin çok iyi dram dizisi diyememekle birlikte, kendim ne olacağını merak ettiğim için izlemeye devam edeceğim sanırım :)
Ayrıca, Ruth Wilson, gerçekten takdire şayan bir oyunculuk sergiliyor. Olaylara Noah'ın bakış açısından baktığımızda Alison oldukça seksi ve baştan çıkarıcı bir kadınken, Alison tarafından baktığımızda ise oğlunu kaybetmenin acısını taşıyan, üzgün ve kırılgan bir kadın görüyoruz. Bu iki geçiş arasında gerçekten bravo dedim kadına! Zaten Altın Küre Drama Dizilerinde En İyi Kadın Oyuncu ünvanını alarak da kanıtlamış.

Joshua Jackson (Cole)
Alison'nun kocası olarak Joshua Jackson'u izliyoruz. Eşini çok seven bir adam. Oyunculuğunu ciddi anlamda beğendim; üzüntüsünü, aşkını tam anlamıyla görebiliyorum yüzünde.

Maura Tierney (Helen Solloway)
Noah'ın eşi'ni Maura Tierney canlandırmakta. Kusursuz bir evliliği olduğunu düşünürken, hem kocasıyla yaşadıkları hem de çocuklarındaki birtakım sorunların ardından gösterdiği tutum izlemeye değer.
Bu arada çok sevdiğim, uzun zamandır dinleyemediğim Fiona Apple'i jenerik müziğinde dinlemek ayrıca sevindirdi beni. Buyrun buradan dinleyebilirsiniz. The Affair- Jenerik


İlk sezon heyecanlı ve süprizli bir sonla bitti, ikinci sezonda neler olacak, belkide beklediğimden daha iyiye gidecek dizi, bilemiyorum. İzleyip, göreceğiz. Siz bu diziyi izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz merak etmekteyim. 

Mutlu Haftalar*

25.9.15

Kitap: Günübirlik Hayatlar - Irvin D. Yalom


Öykü okumayı seviyorum, bölüm bölüm olması beni rahatlatıyor ve daha çabuk ilerleyebiliyorum okurken. Irvin D. Yalom'un yeni çıkarttığı Günübirlik Hayatlar kitabı da 10 ayrı gerçek psikoterapi öyküden oluşmakta. 82 yaşında olmasına rağmen hala, San Francisco' daki özel kliniğinde hastalarıyla buluşan Yalom, bizlere bir güzellik yapıp yayınlamış kitabı. Okurken 10 ayrı hayata gidiyoruz, beynimizi meşgul eden olayların ana sebebine gitmeye çalışıyor Yalom. Bunu da yaparken okuyucuyu hiç sıkmadan, boğmadan anlatıyor. Ancak, ben okurken biraz daha ayrıntı istediğimi, kişilere daha fazla bağlanabilmek adına istedim. Görüşmeler sanki bir anda oldu ve bitti gibi geldi. Kişilerle çok fazla bağ kuramadım. Belki daha önce okuduğum Nietzsche Ağladığında ve Divan kitaplarındaki gibi yoğun bir olay örgüsü istedim, bilmiyorum. Bu psikoterapilerde, daha çok ölüm korkusuna kapılan hastaların yaşadıklarına değinmiş Yalom. Zaman zaman samimiyetiyle kendi hayatından, kendi yaşlılığından da örnekler veriyor.
Kitabın ismi ise Marcus Aurelius'un Düşünceler kitabında gelmekte. Son öyküde buna değinilmiş. Güzel bir alıntı, burdan da paylaşmış olayım.

"Hepimizinki günübirlik hayatlar; hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok. Hepsi geçici. Hem anılar hem de onların nesnesi. Her şeyi unutmuş olacağın günler kapıda, her şeyin seni unutacağı günler yakın. Bil ki çok geçmeden hiç kimse ve hiçbir yerde olacaksın."

Mutlu Günler*

21.9.15

Neler Yapıyorum ?

Ben sıcak havalarda daha çok eve kapanan insanlardanım. Havanın sıcak ve güneşli olması beni pek olumlu etkilemiyor. Bende bu zamanları dizi izleyerek geçirdim.
Modern Family'nin 5 ve 6. sezonlarını bir türlü izleyememiştim, bu sırada onları kapatmak istedim. Gerçekten çok seviyorum bu aileyi! Her bir karakterin yeri ayrı. Hepsine ayrı ayrı o kadar çok gülüyorum ki, bu dizi beni mutlu ediyor! Bu hissi bir tek Friends'i izlerken yakalayabilmiştim. Sonrasında Modern Family.


Billy&Billie isimli diziye başlayıp, kısa sürede bitirdim. Lazzy Otter sayesinde haberdar olmuştum (iyiki bloglar var). Çok sevdim, ikinci sezonu heyecanla beklemekteyim. İlişki dizilerini gerçekten seviyorum! Şu an ne izlesem, neye başlasam diye kara kara düşünmekteyim.



Kitap siparişi verdim. Aslında sırada okunacak o kadar çok kitabım var ki. Kendimi biraz şımartmak istedim, hem birkaç kitabın ne zararı olur ki!

Irvin D. Yalom, benim çok sevdiğim bir yazar. Daha önce "Nietzsche Ağladığında" ve "Divan" kitaplarını okumuştum. "Günübirlik Hayatlar" ise son çıkan kitabı, gerçek psikoterapi öykülerinden oluşuyor. 
Karasevdalılar, yazarın aldığım ilk kitabı. Instagram'da kitap paylaşımlarını ilgiyle takip ettiğim bi kullanıcının tavsiyesi ile sipariş verdim. Arka kapağından okuduğum kadarıyla sürekleyici bir romana benziyor.

Engin Gençtan gibi önemli bir yazarın kütüphanemde hiç kitabının olmadığını farkettim. Mesela Saat Onda'nın güzel bir olay örgüsüne sahip olduğunu duymuştum, en yakın zamanda okunması için sepetime ekledim!
Fahrenheit 451, kitapçıya her girdiğimde elime alıp, almakta kararsız kaldığım bir kitaptı. Bunun sebebi çevirisinin çok başarılı olmadığını duymamdı. Distopya kitapları sevdiğim için, çevirisi kötü olsada okumalıyım düşüncesiyle almaya karar verdim. 
Bunların haricinde, bloguma güzel bir tema hazırlamak için çaba sarf ediyorum, ama beğenmem ve uygulamam oldukça zaman alıyor,

Simon & Garfunkel

Bir de minik bir şarkı paylaşımı olsun*  Simon & Garfunkel
Mutlu Günler!

20.9.15

Kitap - Film: Lolita



Uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı Vladimir Nabokov. Doğru zaman için beklettim ve bu yaz alabildim Lolita'yı elime. Daha önce Nabokov un hiç bir kitabını okumadığım için hem heyecanlıydım hem de ,ya sevmezsem diye bir korku da vardı içimde.

-Lolita-
Dir: Adrian Lyne
-1997-

Öncelikle Nabokov'un anlatımını gerçekten çok sevdim. Bazı tasvirleri o kadar ayrıntılı ve etkileyiciydi ki, okurken karakterleri kafamda çok rahat canlandırabildim ve onlara daha kolay bağlandım. Bazı bölümleri saymazsak, genel olarak sürükleyici ve özellikle sonlara doğru epey merak ettiriciydi. Hemen arkasına filmini izlediğimde, kitap ne kadar doluydu, film biraz yavan kalmış dedirttirdi. Bu arada Lolita'nın 1962 yapım  Stanley Kubrick ve 1997 yapım Adrian Lyne yönetmenliğinde olan iki versiyonu bulunmakta. Ben izlemek için 1997 versiyonunu seçtim.
Kitaptan birazcık bahsedecek olursak
Orta yaşlı dul bir Fransız olan Humbert Humbert dil profösürüdür. İşi için Amerikaya gelir ve kiracı olarak kaldığı evin sahibinin kızını ilk gördüğünde kalbi çarpmaya başlar. Evet, Dolares'le yani Lolita'yla tanışır. Aslında Lolitayı, çocukluk aşkı olan Annabel ile özdeşleştirir. Yıllar önce, Annabel talihsiz bir şekilde ölmüştür ve bu olaydan sonra Humbert, kendinden yaşça küçük henüz kızlara, kendi tabiriyle supericiklerine ilgi duymaya başlar.


Humbert, Lolita'ya yakın olabilmek için her şeyi göze alır. Lolita'nın annesiyle bile evlenir. Daha sonra Dolores'in annesi hayatını kaybeder ve Humbert artık üvey kızı Lolita ile bir yolculuğa çıkar. Farklı şehirlere gidip, otellerde kalarak vakitlerini geçirdikleri bu sürede Humbert; Lolita'ya saplantılı bir şekilde bağlanır ve Lolita'nın her yaptığını kontrol altına almak ister. Bu kısımdan sonrası bir hayli heyecanlı, sonu ise beni gerçekten üzerek bitmiştir.
Önyargılarla okunmaya başlandığında Humbert'e sinirlenip, kızmamız gerekirken bu his kitabı okurken bende oluşmadı. Hatta ilerledikçe, Humbert'e gerçekten üzülmeye başladım. Kitabı okuyanlar benimle aynı fikirde mi gerçekten merak ediyorum.


Filmi ise kitapla bir hayli uyumlu buldum. Kitabın dışına çıkmadan, çok da ayrıntıya girilmeden anlatılmış. Humbert gözümde canlandırdığımdan daha genç, Lolita ise vücut hatları bakımında bir hayli olgun çıktı. Ama Dominique Swain ( Lolita ) bence çok güzel canlandırmış, Kitaptaki Dolores'in şımarık tasvirleri cuk oturmuş karaktere.
Stanley Kubrick yapımını izleyenler var mı? Hangisini daha başarılı buldunuz? Düşüncelerinizi paylaşırsanız çok sevinirim.
Mutlu Günler!

19.9.15

Film : Before We Go


-Before We Go-
Dir: Chris Evans
-2014-

Uzun zamandır izlediğim her filmi şaşırtıcı şekilde beğeniyordum. Sinemada seyrettiğim Before We Go ise bu seriyi biraz bozdu sanırım. Genelde bir filmi izlemeden önce, izleyenlerin yorumlarını dikkate alıyorum, (blogda fikirlerimi paylaşmak da en büyük amacım) tabi herkese göre beğenip, beğenmemek değişiyor. Bu filme gitmeden öncede Before Sunrise / Before Sunset 'e çok benzetildiğini, filmin çok güzel olduğunu okudum. Daha bir hevesle gittim anlayacağınız. Ama benim hissettiklerim çoğunluğunun bir hayli zıttı. Bir kere Before Sunrise ve Before Sunset'teki gibi asla güçlü diyaloglar yoktu. Ethan Hawke ve Julie Deply'nin müthiş uyumu ve izlerken gün bitmesin, o ayrılık sahnesi yaşanmasın diye seyrettiğimiz o akıcılığı Before We Go'da yaşayamadım. İki ana karakter arasındaki uyum bana nedense bir türlü geçemedi. Kadın-erkek ilişkilerinin yansıtıldığı filmleri seviyorum ancak temeli sağlam diyaloglarla doldurulduğunda. Before We Go'da eksik bulduğum nokta bu oldu.


Kısaca özet geçecek olursak
Nick (Chris Evans) New York'a, ertesi gün yapılacak müzik seçmeleri için gelmiştir ve tren garında trompet çalmaktadır. Brooke (Alice Eve) ise neredeyse hayatındaki en kötü günü yaşamaktadır. Çantasını çaldırmış ve Boston'a gidecek son treni kaçırmıştır. Brooke trene yetişmeye çalışırken düşürdüğü telefonu gören Nick, telefonu Brooke'a vermesiyle tanışmaları başlar. Brooke evlidir ve ertesi sabah kocasından önce Boston'daki evine mutlaka ulaşması gerekmektedir bu nedenle Nick, Brooke'a yardım etmek için elinden geleni yapmaya çalışır. İlk başlarda haklı olarak Brooke, Nick'e pek güvenemez, fakat sonra New York sokaklarında turladıkça, Nick'e ısınmaya başlar. Saatler ilerledikçe, Nick ve Brooke'u daha yakından tanımaya başlıyoruz ve sonu seyirciye bırakılmış bir sonla karşılıyoruz.
Not: Bu arada film, Chris Evans'ın ilk yönetmenlik deneyimiymiş.
Siz bu filmi izlediniz mi, fikirleriniz neler merak etmekteyim!
Mutlu Günler*

15.9.15

Neler Dinliyorum ?


Bu aralar çok sık dinlediğim 5 şarkıyı linkleriyle birlikte paylaşıyorum. 
Keyifli Dinlemeler.


Vintage Trouble - Blues Hand Me Down ( Acoustic)
The New Basement Tapes - Kansas City
Alter Brige - Lover
The Black Keys- Weight of Love
Train- Drops of Jupiter

14.9.15

Film: Müzik Temalı En Sevdiğim 5 Film!

Müzik temalı filmleri çok sevdiğimi daha öncede belirtmiştim. Bu postta da en sevdiğim 5 müzik temalı filmi toplayıp, çok fazla ayrıntı vermeden paylaşmak istedim.

1)  Rudderless
-2014-

Yakın zamanda izleyip, epey duygulandığım bir film Rudderless. Oğlunun ölümünün ardından, kariyerini bırakıp, sakin bir hayat yaşamaya başlayan acılı baba, oğlunun ölmeden önce yazdığı şarkıları ulaşmasıyla eline gitarını alır ve onun şarkılarını söylemeye başlar. Billy Crudup, babanın yaşadığı acıyı öyle gerçekçi yansıtıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Baştan sona kendini izlettiren, harika soundtracklerden oluşan bir film.

2)  Begin Again
-2013-


Son zamanlarda izlediğim ve müzik temalı sıralamamda ilk 5'e giren bir film oldu Begin Again. İzledikten sonra kendinizi bir hayli mutlu hissettiren, bittiğinde tebessüm bıraktıran cinsten. Keira Knightley'in doğallığı, Mark Ruffalo'nun deli dolu çılgın halleri, biraz New York havası ve mis gibi müzik!

3)  Almost Famous
-2000-


Gene bir Billy Crudup filmi. Yıllar önce izleyip, çok sevdiğim bir film olmuştu. Aynı zamanda kendisi tekrar izlenecekler listemde. 70li yıllara gidiyoruz. Hemde bir rock grubuyla turneye çıkıyoruz. Enfes müzik, o dönemlerde yaşama isteğini tavan yaptıran bir film benim için Almost Famous!

4)  The Broken Circle Breakdown
-2012-


İzlediğim zaman tüm günümün mahvolduğu, çok hüzünlendiğim, film bittiğinde tam gazla imdb'de 10 puan verdiğim nadir filmlerden biridir. Beni "bluegrass" türüyle tanıştırdığı için de özel bir filmdir. The Broken Circle Breakdown'da birbirlerine tutkuyla bağlanmış bir çift, ve daha sonrasında kızlarının hastalığıyla yaşadıkları zor günlerini izliyoruz. Ama tüm bunlar olurken, uzun diyaloglar ve müzik bizi etkileyen kısmı oluyor.

5)  La Vie En Rose
-2007-


Hayat hikayelerinin konu edildiği filmler / kitaplar beni hep etkilemiştir. Edith Piaf''ın biyografisini daha önce okumadan izlemiştim filmi. Belki bu nedenle biraz daha fazla etkilendim birde Marion Cotillard'ın şahane oyunculuğunun etkisi büyük. 

Benim müzik temalı ilk 5 sıralamam bu şekilde. Daha listemde izlenecek ve anlatılacak çook film var. Hepsini paylaşmak dileğiyle! 
Not: Sizin önerilerinizi de ayrıca merak etmekteyim.
Mutlu günler!